BASINDA ABDULLAH HARUN:
28 Ocak-9 Şubat 1995, Akit gazetesi, yazı dizisi |
14 Mart 1996, Akit gazetesi, yazı |
24-28 Kasım 1996, Akit gazetesi, yazı dizisi |
27-28 Aralık 1996, Akit gazetesi, yazı dizisi |
31 Ocak 1998, Akit gazetesi, yazı |
2 Şubat 1998, Akit gazetesi, yazı |
15 Mart 1998, Akit gazetesi, yazı |
31 Ocak 2000, Akit gazetesi, yazı
SUSURLUK'TA ORTAYA ÇIKAN 'DEVLET İÇİNDEKİ DEVLET'
Akit, 24 - 28 Kasım 1996, yazı dizisi
MİT tarafından hazırlanıp Perinçek vasıtasıyla basına sızdırılan
rapor ve birbuçuk ay sonra Susurluk kazası ile raporun doğrulanması.. MİT'e
alternatif grup tasfiye edilmek isteniyordu da kaza bu yüzden mi ayarlanmıştı,
yoksa gerçekten de tesadüfen mi olmuştu?.. İstihbarat örgütleri kafa yorup
yeni yeni cinayet yöntemleri geliştiriyorlar. Nasıl daha sinsi nasıl daha
sessiz nasıl daha az şüphe çekecek şekilde öldürebiliriz diye kafa
yoruyorlar.. Hedef şahsın aracının kaza yapması sağlanabilir pekala.. Aydın
Menderes'in başına gelen ve şüphe çeken kazada akla bu kuşkular takılmıştı.
Susurluk olayında da bu düşünülebilir. Fakat bu o kadar önemli değil. Asıl
önemli olan devlet içinde en üst düzeylerde bile yuvalanabilen çetelerin
varlığının somut şekilde ortaya çıkmış olmasıdır.
25 yıldır bu ülkede konuşulan ama yetkililer tarafından bir türlü üzerine
gidilemeyen bir konu vardı, "devlet içinde devlet" ya da meşhur adıyla
"Kontrgerilla".. İlk ve en büyük darbeyi 1990 yılında İtalya'da
patlak veren Gladio skandalıyla yemişti, ikinci darbeyi de Susurluk kazasıyla
yedi. İtalya'da patlak veren skandal kısa sürede tüm Nato ülkelerine hatta
İsviçre ve Fransa gibi tarafsızlığı seçmiş ülkelere de sıçramış ve
bu örgütlerin varlığı en yetkili ağızlardan kabul edilmişti. Madem tüm
Nato ülkelerinde vardı madem demokratik ve insan haklarına saygılı bilinen
bu ülkelerde vardı öyleyse Nato üyesi olan bizde de olmalıydı. Olmaması
imkansızdı. Üstelik Nato'nun en hassas kanadı bizdik ve en kanlı ve yoğun
faili meçhul siyasi terör olayları bizde yaşanmıştı. İşte, İtalya'da
patlayan Gladio skandalı örgütün bizde de var olduğunun kanıtlanması açısından
çok önemli gelişme olmuştu.
Ülkemizde 70'li yılların başında, yani Avrupa'dan çok daha önce başlayan
ve 17 yıl boyunca tartışılmış olan bu konunun kamuoyuna mal olduğu söylenemezdi.
Daha önce pek haberdar olunmayan Kontrgerilla konusu Gladio skandalı ve o sıralarda
ülkemizde işlenmekte olan ve son halkasını Uğur Mumcu cinayetinin oluşturduğu
laiklik cinayetleriyle birlikte kamuoyunca bilinir oldu. Yazılan yazılarda çizilen
karikatürlerde yapılan tartışma programlarında söz dönüp dolaşıyor ve
gerçek failin Kontrgerilla olduğuna aslında tüm toplumca inanıldığına
geliyordu. Ama etkili ve yetkililer ısrarla devletin böyle işlere karışmayacağını
vurgulayıp meseleyi kapatıyorlardı. Devlet kirli işlere karışmaz diyenler
şimdi iş nereye kadar gidiyorsa oraya kadar götürün diyor, hani karışmazdı.
Konu bu kez de kapatılacak.. Çünkü bu işin ucu büyük yerlere dayanıyor.
Bu işin ucu vatanseverlere dayanıyor. Bu işin ucu Kontrgerilla'ya
Kontrgerilla'cılara dayanıyor. Hükümet üstü güçlerce imzalanan
uluslararası anlaşmalarla kurulmuş, meclisin onayına sunulmamış, Ecevit'in
(1) deyimiyle demokratik hukuk denetimi dışı, devleti bağlayıcı
olan bu dayatma örgüt ile devlet vesayet altına alınmıştır. Bunlar çok
tartışıldı ve üzerine gidilemedi. Çünkü sebebi belli. Amaç vatan
savunması, vatanseverlik.. Kim gidebilir ki bu konunun üzerine ciddi olarak. Türkiye'yi
hükümetler değil işte bu güç odağı yönetiyor iddiaları şu halde nasıl
yabana atılabilir? Onun çizdiği sınırlar aşılamaz, aşmak isteyenlerin
hesabı görülür. Daha doğrusu böyle idi. Ama devir eski devir değil. Artık
şartlar değişti. Bu iş uzun zaman böyle devam etmez. Konu artık kamuoyuna
mal oldu. Susurluk kazası sonrası basına bakılınca hemen
Kontrgerilla/Gladio tartışmalarına rastlanıyor. Çünkü işin ucunun oraya
dayandığı ya da işin asıl kaynağında onun olduğu biliniyor. Değil mi ki
eski Başbakanlar (2) açıkladı, değil mi ki eski İçişleri Bakanları (3) açıkladı,
değil mi ki eski Genelkurmay Başkanları (4) Hava Kuvvetleri Komutanları (5) DGM
savcıları (6) açıkladı, değil mi ki TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma
Komisyonu (7) ve de Sayın Alpaslan Türkeş (8) açıkladı ya da ima ettiler.
Birilerinin çıkıp da devlet bu işler karışmaz böyle işler yapmaz
demesini kimse takmıyor.Can korkusu ile bu kadarı konuşulabiliyorken o korku
olmayınca neler konuşulur neler anlatılır, tahmin etmek kolay..
Kısıtlı bile olsa bu konuda şimdiye kadar anlatılmış olanlar da korkunç..
İşte bir kaç örnek:
MİLLİYET, 15 KASIM'90, Ecevit'in açıklamalarından: Ecevit, 26 Eylül
1973'te Giresun'da yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu:
"12 Mart sonrası dönemde adısanı ortaya çıkan ve tedbirlerin ve
hatta soruşturmaların hukukiliğine de ve insaniliğine de gölge düşüren
Kontrgerilla adlı örgütün, bu resmi görüntülü, fakat gayrı resmi örgütün
niteliği ve amacı üzerindeki örtü kaldırılmamıştır. Bu örtü kaldırılmadıkça..
Bazı perde arkası kişi veya örgütlerin yeni bir takım karanlık roller
oynamakta oldukları ihtimalini de akla getirecektir" (Milliyet, 27 Eylül
1973).
Ecevit, iktidara geçip başbakan olduktan sonra da şunları söyleyecekti:
"Türkiye'de dışa dönük olarak oluşturulan bu gayri nizami savaş
ve savunma kavramı öyle anlaşılıyor ki, geçmiş yıllarda ülkemizin yine
bunalımlı bir döneminde o yılların bazı sorumlularınca içe dönük
olarak uygulanmıştır" (Basın Toplantısı, Milliyet, 2 Şubat 1978).
Bülent Ecevit, 34 kişinin ölümü ve yüzlerce kişinin ağır yaralanması
ile sonuçlanan 1 Mayıs 1977 faciasından sonra Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'e
yazdığı 7 Mayıs 1977 tarihli mektubunda ise şöyle diyordu:
"Sayın Cumhurbaşkanım, ..Söz konusu örgüt, gerilla ve kontgerilla
savaşları için ve her türlü yeraltı faaliyeti için planlar yapar ve insan
yetiştirir.. Gizlilik içinde çalışır, demokratik hukuk dışındadır..
1974'e kadar, gizli olarak, Amerikalılardan mali destek görürdü. Amerikan
askeri heyeti ile bir binada çalışırdı. Amerikan desteğinin 1974'te sona
erdiği bildirilmiştir.. Bu örgütte iyi niyetli kimselerin dışında siyasal
düşünceleri yönünden yurt savunması için gördükleri eğitimi Türkiye'deki
şiddet eylemlerinde kullananların bulunabileceği güçlü olasılıktır..."
ZAMAN, 28 EYLÜL'92:
"..İnter-Star'da Kırmızı Koltuk programına çıkan Ecevit,
kendisine yöneltilen soruları cevapladı. Yazar Musa Anter'in öldürülmesi
ile yeniden gündeme gelen kontrgerilla ile ilgili bir soruyu cevaplandıran
Ecevit, "Aslında resmen kontrgerilla diye bir şey yok. Özel Harp
Dairesi'nin beni çok rahatsız eden bir sivil uzantısı vardı. Bundan hükümetlerin
bilgisi dahi yoktur. Ben bunu 1974'de Başbakanken bir rastlantı sonucu öğrendiğim
vakit şoke oldum, çok kaygı duydum. Üzerine yürümek istedim fakat hükümetten
ayrıldık. 1978'de yeni hükümet kurulur kurulmaz da dönemin Genelkurmay Başkanı
Evren'di, çağırarak Özel Harp Dairesi'nin karanlıktaki devletçe ulaşılamayan
sivil uzantısının ortadan kaldırılmasını istedim. Bu öylesine gizli ki,
kaldırılıp kaldırılmadığını tespit etmek zor. Evren'e sorduğumda kaldırıldığını
söyledi. Konu meclisin gündemine gelip enine boyuna incelenmeli, hala bir takım
kalıntıları kalmışsa o mutlaka ortadan kaldırılmalıdır. Buna benzer
oyunların başka NATO ülkelerinde de olduğu ortaya çıktı" şeklinde
konuştu. Yani 1980'den sonraki gelişmelerden çıkarılan sonuca göre 'kaldırılmamış'
olabileceğini açıkladı..."
CUMHURİYET, 17 KASIM'90, Ecevit şunları diyor:
"..Özellikle 1977 yılında çok ilginç bazı olaylar oldu. Çok kuşku
uyandırıcı, karanlık olaylar oldu. Bunların en önemlisi kuşkusuz, 1 Mayıs
1977'de Taksim Alanı'nda, 30'u aşkın insanın ölümü ile sonuçlanan olaydı.
Bu gözler önünde yapılan bir kışkırtma sonucu çıkmış bir olaydı. Kışkırtmanın
nereden, kimlerden geldiği, herkesin gözü önünde cereyan ettiği için
belliydi. Ve ciddi olarak üstüne yüründüğü taktirde bu olayın sorumlularının,
kışkırtıcıların mutlaka ortaya çıkması gerekirdi.
Biz o sırada ana muhalefet partisiydik. Bu olayları soruşturmak için bir
araştırma komisyonu kurduk. Ama bir noktadan sonra izler kayboluyordu. Adeta
bir bilgi boşluğu ile, direnişlerle karşılaşıyorduk. Yıllarca üzerinde
durduğumuz halde, olayın içyüzü anlaşılamadı. O olayın faillerinin
saklanmak istediği daha ilk günlerden itibaren belli olmuştu ve çok acayip
bir şekilde tezgahlanan bir olay olduğu görülüyordu. Onun için benim aklıma
bir olasılık olarak bunun, Özel Harp Dairesi'nin sivil uzantısıyla bir bağlantısı
olabileceği olasılığı geldi... Ve bunu Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'e
bildirmeyi, bu kaygımı sunmayı görev bildim. Kendisiyle görüşerek Özel
Harp Dairesi ile ilgili bilgileri aktardım. Taksim olayının arkasında bu
kuruluşun sivil uzantısının bulunabileceğini söyledim. Korutürk bunu
benden yazılı olarak da istedi. Korutürk, bu konuyu dönemin Başbakanı Süleyman
Demirel'e de açmış. Demirel buna büyük tepki gösterdi."
Taksim olaylarının, 1977 seçimleri öncesinde "muhalefeti toplantı
yapamaz ve halkı toplantılara katılamaz hale getirebilmek amacını güdüyor
olabileceğini" vurgulayan Ecevit, kendisine 29 Mayıs 1977 tarihinde İzmir'de
yapılan suikast girişimi ile ilgili olarak da şunları anlattı:
"Arkadaşımız Mehmet İsvan'ı yaralayan silah, anlaşıldı ki
balistikte çalışan uzmanların da görmediği, varlığından haberdar olmadığı
son derece tehlikeli bir füze. Bacağının, dizkapağının içinde parçalanmış
arkadaşımızın vücudunu zehirliyor. O füzenin parçalarını çıkarttı
doktorlar. Bazı emniyet görevlileri ısrarla o parçaları doktorlardan almak
istediler. Ama doktorlar vermemişler.
Anlaşıldı ki güya bizi korumakla görevli bir polis, otobüsün yanı başında,
onun silahından çıktı. Bizlerin ısrarlı takibi ve balistikte çalışan
arkadaşların objektif çalışmaları sonunda ortaya çıktı.
Evvela Türk polisinin elinde ve Türkiye'de böyle bir silah bulunmadığı
iddia edildi. Sonra bu silahtan bulunduğu fakat bunun gizli olduğu, çok
tehlikeli olduğu ortaya çıktı. Fakat yıllardır üstünde durduğumuz,
izini sürmeye çalıştığımız halde 'kim o silahı vermiştir, nasıl vermiştir,
bu kadar gizli bir silah, nasıl bir koruma görevlisine verilebilir', bütün
bunlar ortaya çıkmadı ve bir noktadan sonra izler kayboldu. O polis de
kurtuldu göz göre göre, olaydaki rolüne rağmen. Bu olay bende Özel Harp
Dairesi çağrışımı yaptı."
Haziran 1977 seçimlerinden birkaç gün önce Süleyman Demirel'in
kendisine, CHP'nin Taksim'de düzenleyeceği bir miting sırasında Sheraton
Oteli'nin çatısından ateş açılacağına ilişkin bir mektup gönderdiğini
anımsatan Bülent Ecevit, 1978 yılında iktidara gelince bu konuyu araştırdığını
söyledi. Ecevit sözlerini şöyle sürdürdü:
"Ben 1978'de hükümeti kurduğumda, merak ettim, dosyalardan arattım,
neye dayanarak Sayın Demirel bana bu uyarıyı yaptı diye. İmzasız,
antetsiz, üzerinde hiçbir örgütün işareti bulunmayan bir kağıt
getirildi. Orada bu bilgi veriliyor. Ne Emniyet Müdürlüğü, ne MİT, hiçbir
şey. Ve görünüşe göre sorulmamış da kim verdi bu bilgiyi diye. Ve bizim
öğrenmemiz de mümkün olmadı. Ve bu da bende gene Özel Harp Dairesi çağrışımı
yaptı."
AKİT, 8 Ağustos 1995, Ahmet Kekeç'in yazısından:
"Ecevit'in 'kontrgerilla' konusundaki kuşkularını Cumhurbaşkanı
Fahri Korutürk susarak geçiştirdi.
Ecevit, ertesi gün İzmir Konak Meydanı'ndaydı.
Orada yaptığı konuşmada örgüte ilişkin şu açıklamayı yaptı:
"Eğer bir avuç sorumsuz maceracı Tandoğan ve Taksim olaylarını
kendi başlarına düzenleyip işin içinden sıyrılabiliyorlarsa, Türkiye'de
devlet kalmadığı yargısına varmak gerekirdi. Ben, devlet içinde yer
almakla beraber, demokratik hukuk devletinin denetim alanı dışında kalan bazı
örgütlerin bu olaylarda başlıca etken olduğu ve hükümetin iki kanadının
da, gereken önlemleri alacakları yerde, bu örgütlerden yararlanmak istediği
kanısındayım. Böyle örgütlerin ve tertiplerin kesin kanıtları, 12 Mart döneminde
ortaya çıkmıştı. Şimdi, seçim yaklaştıkça, bu kanıtlar daha büyük
ve daha tehlikeli boyutlarla ve biçimlerle gözler önüne seriliyor...
Eğer yargı, içinde bulunduğumuz aşamada hızlı işlerse ve özellikle
Taksim olaylarının, Şiran-Niksar-Erzincan olaylarının görünürdeki ve asıl
perde arkasındaki sorumluları ve suçluları bir an önce ortaya çıkarılırsa
ve kamuoyuna açıklanırsa, bunun caydırıcı ve topluma huzur getirici etkisi
çok büyük olacaktır.
Bunların üstünde, Sayın Cumhurbaşkanı'na, iyi niyetlerine inandığım
Sayın Adalet Bakanı'yla İçişleri Bakanı'na (bağımsızlar) ve MGK'nın
yine iyi niyetlerine inandığım hükümet dışı üyelerine açık
belirtileri ortaya çıkmış olan ve şimdi de kendini belli etmeye başlayan,
devlet içinde fakat demokratik hukuk denetim alanı dışındaki bazı örgütler
ve güçler, gün yitirilmeksizin kontrol altına alınmalıdır.
O nedenledir ki, bu görevi doğrudan doğruya bugünkü hükümete değil,
fakat devlet yetkililerine ve hükümetin iki bağımsız üyesine hatırlatıyorum.
Bu konudaki bildiklerimi ve sezdiklerimi daha ayrıntılı olarak Sayın
Cumhurbaşkanı'na sundum."
Ecevit olayın peşini bırakmadı.
1978'de tekrar hükümet olunca, durumu Genelkurmay Başkanı Kenan Evren'e açtı:
"Çok kuşkuluyum. Bu sivil örgütü dağıtın. Demokratik bir devlete
uygun biçime sokun. 20 yıl önce güvenilir gencin, ileride ne yapacağını
kimse bilemez, kontrol da edemez..."
"Müsterih olun" dedi Evren, "Kaygılanacak bir şey
yok..."
Başbakan daha sonra sustu, bu konuda hiç konuşmadı..."
CUMHURİYET, 13 KASIM'90, İçişleri eski Bakanlarından Hasan Fehmi Güneş
şöyle diyor:
"..Hiç yadırgamadım, hayretler içinde kalmadım, tüylerim diken
diken olmadı, yaşadık çünkü biz bunları. İtalya'da devlet mekanizması
iyi çalışmış ve işin ucu bulunmuş. Bizde bu şans yakalanmadığı için
uzun süre tartışıldı... Öyle silahlar, öyle tahrip kalıpları kullanıldığını
gördük ki, bunlar o örgütlerin üretebileceği veya elde edebileceği
cinsten değildi. Hatta bizim orduda bile kullanılmayan cinstendi. Çok özel
silahlardı, çok özel tahrip kalıplarıydı. Bunların nasıl ele geçirildiği
kuşkusu üzerine 'acaba ÖHD'den yardım mı alınıyor, ÖHD işe mi karışıyor'
endişesine kapılındı. Hükümet, özellikle de başbakan, ÖHD'nin elindeki
silahların, cephanelerin, bazı terör örgütlerine kaymış, akmış olup
olmadığının denetiminin yapılmasını istedi. O kontrollerin yapıldığı
söylendi daha sonra. Ama o kontrollerin sağlıklı, ciddi bir şekilde yapılıp
yapılmadığı hiçbir zaman bir başka mekanizma ile denetlenemedi... Türkiye
bir sol tehlike karşısında mı değil mi? Belli bir dönemde Türkiye sol bir
tehditle karşı karşıya kaldı mı? Ve artık buna müdahale edilmesi gerekir
mi? Buna karar verecek olan resmi bir makam yok. O kuruluş karar verecek.
Nedir, illa da sınırların bir başka istilacı ordu tarafından ele geçirilmesi
mi yoksa yurt içindeki gelişmelerin bazı kişilerce, sol tehdit oluşturacak
vehamete ulaştığının kabul edilmesi mi? Sorun burada. Türkiye'de sol bir
iktidar gerçekleşmek üzere ise ve o kuruluş bunu sol bir tehdit olarak kabul
ediyorsa, dahası kendisinin harekete geçmesinin zamanının geldiğini algılıyorsa,
bu işe karışmış olabilir. Türkiye'de kitlesel terörü tırmandıran
olaylar var. Kahramanmaraş, Çorum, Sivas, Malatya, Elazığ, 1 Mayıs olayları
gibi. Bunların failleri bulunamadı. Haksızlık ediyor muyum bilmiyorum, ama
sorumluluk taşıdığım dönemlerdeki olayların bir bölümünde ben, daha
organize, daha büyük bir örgütün karışıp karışmadığının kuşkusunu
hep taşıdım..."
TERÖR VE GÜNEYDOĞU SORUNU, Fehmi Koru, S.26-29:
"..22 Temmuz 1990 Pazar günü Milliyet gazetesinde yayınlanan bir mülakat,
Çetin Emeç'in kimler tarafından öldürtüldüğünün devlet tarafından
bilindiği yolunda bir iddiaya yer vermekte. Bu iddianın (ifşaat da
diyebiliriz) sahibi, CHP'nin eski İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş.
Milliyet iddiayı fazla büyütmekten çekinmiş. "Tatil Sohbeti" başlığı
altında yer alan mülakatta Sayın Güneş şunları söylüyor: "Hangi örgüt
nereden destekleniyor, nereden korunuyor, nereden donatılıyor, nereden para alıyor,
bunlar biliniyor artık. Bu bilgiler devletin elindedir. Biz bunu kendi dönemimizde
de biliyorduk, yolumuzu aydınlatacak boyutta ele geçirmiştik. Dosyalar var
devlette biliyorduk. O nedenle 'Bunun arkasında kim var, bilmiyorum' demeye
devletin hakkı yoktur. Hala 'Çetin Emeç cinayetinin arkasında kim var, bunu
bilmiyoruz' demeye kimsenin hakkı yoktur." Hasan F. Güneş'in bu sözlerini
duyan gazeteci soruyor: "Yani Çetin Emeç'i kimlerin öldürttüğü
biliniyor mu?" Cevap: "Tabii biliniyor. Abdi İpekçi cinayetinin
arkasında kimin olduğunun da bilinmemesine imkan yoktur. Bunlar
bilinmektedir." Soru: "Siz de biliyorsunuz ve devlet sırrı olduğu için
söylemiyorsunuz..." Cevap: "Devlet de biliyor. O kadar çok bilgi
vardır ki mesele onları değerlendirmektir. Telefon konuşmalarına kadar.
Kimin kime emir verdiğini bazen emirlerin nakline kadar, elde bilgi vardır.
Bunlar mazeret değil artık." (Milliyet, 22 Temmuz 1990)
MİLLİYET, 24 KASIM'94, "Mumcu'dan şok iddia":
"İki yıl önce Ankara'da uğradığı bombalı suikast sonucu yaşamını
yitiren Gazeteci -Yazar Uğur Mumcu'nun eşi Güldal Mumcu cinayet soruşturmasında
hiçbir gelişme olmadığını bildirerek Adalet Bakanlığı'na dilekçe yazdı.
Güldal Mumcu'nun başvurusu özetle şöyle:
"..Olaydan hemen sonra zamanın en yetkili kişilerin verdiği sözlere
karşın, soruşturmanın, kimi konularda neredeyse gerçekleri aramama amacıyla,
sürüncemede bırakıldığı izlenimi doğmuştur..
Soruşturmayı yürüten ilk Savcı Ülkü Coşkun'un benim ifademi alırken
söylediği 'Bu olayı devlet yapmıştır. Siyasi iktidar isterse bu iş çözülür'
şeklindeki sözlerini de ayrıca vurgulamak istiyorum.
Bu olaylardan ve soruşturmanın sürüncemede bırakılmasından çıkan
sonuç, bu olayın kimler tarafından ve nasıl gerçekleştirildiğinin, devlet
örgütünün bir kısmının bilgisi dışında olmadığıdır. Bunun söylenmesi
elbette çok zordur ama, Genelkurmay eski Başkanı emekli Orgeneral Doğan Güreş'in
bir gazeteciyle yaptığı söyleşide, Uğur Mumcu cinayeti hakkındaki soruya
verdiği yanıt bu kanıyı doğrulayacak niteliktedir.
Uğur'u kardeşi gibi sevdiğini söyleyen sayın general, katillerin neden
yakalanamadığına ilişkin soruyu 'Bu konuya hiç girmek istemiyorum' diye yanıtlamıştır.
Bu yanıt, 'Bu konuyu biliyorum ama söylemek istemiyorum' anlamını taşımaktadır..."
CUMHURİYET, 21 KASIM'90, Mehmet Kemal'in yazısından:
"'(Ziverbey Köşkü'ndeki) bu eylemleri kimlerin yaptığını, dosya
suretlerini kimlere verdiklerini biliyorum ama bugün dahi açıklamakta yarar görmüyorum'
(diyor eski Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur, 'Anılar ve Görüşler' adlı
kitabında). Demek 1972'den beri biliniyor, belgeleri var, kimse açıklamak
istemiyor, dahası gizliyor. Hiç olmazsa Batur belge bırakıyor. Gizli bir örgütün
el altından türlü oyunlar çevirdiği bellidir... Sızıntı bereket İtalya'da
oldu. Bizde olsaydı hemen örtbas ederlerdi..."
TBMM FAİLİ MEÇHUL CİNAYETLERİ ARAŞTIRMA KOMİSYONU RAPORUNDAN
"..Komisyonumuzun çalışmaları sırasında vatandaşın yukarıda da
belirtildiği gibi sessiz, çaresiz ve tepkisiz hali tespit edilmiş ve bu
konularla ilgili gerçekleri tesbit edip bunları meclise sunmak isteyen
komisyonumuzun çalışmaları bir takım gizli örgüt denebilecek oluşumlar
tarafından engellenmiştir. Bu gizli örgüt tabiriyle istihbarat örgütleri
kastedilmemektedir. Devletin anayasa ile sınırları çizilmiş yetki ve görev
ayrımına rağmen, hukuk kurallarını tanımayan ve istedikleri zaman
istedikleri kuralları uygulayan kişiler ve bir takım kurumlar
kastedilmektedir.
Komisyonumuz görev yaparken birbirleriyle her haliyle bağlı oldukları dıştan
bakıldığında bile belli olan bir takım odaklar, tanığın adresinin
tesbitini istememize rağmen bu tanığı önce televizyona çıkartıp, yalancı
tanık olarak mahkum ettikten sonra komisyonumuza bırakmış, bu konuda yazmış
olduğumuz yazılara yetkili makamlar sürekli olarak başka cevaplar vermiş,
çok önemli soruşturmaların evrakları hukuk gereği olmasına rağmen Ankara
Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcısının yaptığı gibi komisyonumuza gönderilmemiş,
araştırmayı hızlandırmak için helikopter isteyen komisyonumuza 20'den
fazla helikopter boş olarak bekletilmesine rağmen tahsis edilmemiştir. Bu örnekleri
çoğaltmak mümkündür.
SABAH, 1 ŞUBAT'93, "Özal: Sağ sol çatışması isteniyor"
haberine Cengiz Çandar ve Savaş Süzal'ın Özal'la yaptığı röpörtajdan bölümler
alınmış. Şöyle diyor Özal:
"..Neden Uğur Mumcu'yu seçtiler? Arkasından neden Jak Kamhi geldi?
Hadiselerin başlangıcından itibaren cereyanına, cenaze öncesi yürüyüşlerde
atılan sloganlara bakılınca, bu, insana şunu düşündürtüyor: 7-8 senedir
sağ-sol ayrımı kalmamıştı. Hatta eski sağcılar ve eski solcular biraraya
gelip, meseleleri makul bir biçimde tartışmaya başladılar. Bu fevkalade iyi
bir gelişmedir. Bu bazılarının hoşuna gitmiyor. Şu, şu, şu meseleler
niye konuşuluyor; konuşulmamalı diyenler var. Ama toplum konuşuyor bunları...
Düşünen, üreten, fikir üreten, tartışan bir toplumda herşey konuşulmalıdır.
Netice itibarıyla ben hür düşünceden yanayım. Bunun için bana kızıyorlar,
tabuları yıkıyorum diye. Bir azınlık var. Eskisi kadar değil. Ama tesirli.
Onu söyleyeyim... Neticede toplumu kavgaya, kargaşaya itmek. Sağ-sol nüansları
kaybolmuş bir cemiyeti tekrar sağ-sol kavgasına çekmek amacındalar. Ciddi
ve ustaca hazırlanmış bir provokasyon yapıyorlar.."
Kim bunlar? Kim bu? "İçte de olabilir, dışta da... Maksatları farklı
farklıdır da, aynı noktaya giderler" değerlendirmesini yapıyor.
Besbelli, -en azından ben öyle anlıyorum- Özal'ın dilinin altındaki, o
"devlet içindeki devlet", o "devlet içindeki odak"... Ve,
bu sezgi son derece yerinde. Ama, neyse ki iyimser. "Türkiye, kesin olarak
80 öncesine dönmeyecektir. Bu provokasyon gayreti boşunadır. Bu provokasyon
gayreti ile ülkemizin bir yere gideceğini sanmıyorum. Bu provokasyon
gayretindekiler yaptıkları ile kalacaktır" diye konuşuyor..."
KONTRGERİLLA CUMHURİYETİ, Talat Turhan, Sh.44:
"...Sayın Demirel'in HEP milletvekilleriyle yaptığı görüşmede söylediklerini
Milliyet gazetesinin 23 Ocak'93 tarihli sayısındaki köşesinde
"Demirel'in HEP'lilerle Buluşması" başlıklı yazısı ile Yalçın
Doğan aktardı:
"Sizin davranışlarınız Türkiye'ye zarar veriyor. Bu zarar sadece Güney
için değil, hepimiz için işler. Öyle bir zaman gelir ki, beni de bir kenara
iterler ve sonra sıkıyönetim gelir."
Bu sözler olası bir yeni 12 Eylül'ün işareti olarak algılanabilir. Sıkıyönetim
ilan edilmesi ile başbakanlar bir kenara itilmezler. Çünkü sıkıyönetim
yasal bir zorunluluktur ve yasalara göre de yürütmenin denetimi altındadır.
Başbakanı bir 'kenara itecek' güç hangisidir?.."
ZAMAN, 27 KASIM 1990, eski Genelkurmay Başkanı Kenan
Evren şöyle diyor:
"... Kanaatim o ki, Genelkurmay Başkanlığım sırasında,
bu teşkilat görevi dışında kullanılmadı. Ama belki, bana intikal
ettirilmeden, bazı yerlerde gayrı resmi olarak teşkilattan bazı kişiler bu
işe bulaşmış olabilir. Bunu bilemem."
_______________________________________________
Dipnotlar:
1 Akit, 8 Ağustos 1995, Ahmet Kekeç'in yazısına bkz.
2 Ecevit'in açıklamaları için bkz. Milliyet, 27 Eylül 1973, 2 Şubat 1978,
15 Kasım 1990; Cumhuriyet, 17 Kasım 1990; Zaman , 28 Eylül 1992; Akit, 8
Ağustos 1995. Turgut Özal'ın açıklamaları için bkz. Sabah, 1 Şubat 1993,
Demirel'in açıklamaları için bkz. Milliyet, 23 Ocak 1993 ve Talat Turhan'ın
Kontrgerilla Cumhuriyeti kitabı, sh. 44
3 İçişleri eski Bakanı Hasan Fehmi Güneş'in açıklamaları için bkz. Milliyet, 22 Temmuz 1990;
Zaman, 24 Temmuz 1990; Cumhuriyet, 13 Kasım 1990
4 Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş'in açıklamaları için bkz. Milliyeti 24 Kasım 1994.
Genelkurmay eski Başkanı Kenan Evren'in açıklamaları için bkz. Hürriyet, 26 Kasım 1990
ve Zaman 27 Kasım 1990
5 Eski Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur'un açıklamaları için bkz. Anılar ve Görüşler adlı
kitabı ve Cumhuriyet, 21 Kasım 1990
6 DGM Savcısı Ülkü Coşkun'un açıklamaları için bkz. Milliyet, 24 Kasım 1994
7 TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu Raporu, 8. Bölüm 3. Sayfa
8 Türkeş'in açıklamaları için bkz. Milliyet, 2 Mart 1995 ve Meclis
F.M.C.A. Komisyon Raporu, 8. Bölüm 3. Sayfa
BASINDA ABDULLAH HARUN:
28 Ocak-9 Şubat 1995, Akit gazetesi, yazı dizisi |
14 Mart 1996, Akit gazetesi, yazı |
24-28 Kasım 1996, Akit gazetesi, yazı dizisi |
27-28 Aralık 1996, Akit gazetesi, yazı dizisi |
31 Ocak 1998, Akit gazetesi, yazı |
2 Şubat 1998, Akit gazetesi, yazı |
15 Mart 1998, Akit gazetesi, yazı |
31 Ocak 2000, Akit gazetesi, yazı
|