BASINDA ABDULLAH HARUN:
28 Ocak-9 Şubat 1995, Akit gazetesi, yazı dizisi |
14 Mart 1996, Akit gazetesi, yazı |
24-28 Kasım 1996, Akit gazetesi, yazı dizisi |
27-28 Aralık 1996, Akit gazetesi, yazı dizisi |
31 Ocak 1998, Akit gazetesi, yazı |
2 Şubat 1998, Akit gazetesi, yazı |
15 Mart 1998, Akit gazetesi, yazı |
31 Ocak 2000, Akit gazetesi, yazı
HİZBULKONTRA Akit, 31 Ocak 2000
Ülkemiz Hizbullah cinayetleriyle çalkalanıyor. Güneydoğu'da
PKK'ya karşı devlet tarafından kurulduğu iddia edilen en azından destek gördüğü
(1) ve 10 yıldır eylem yaptığı bilinen bir örgüt birden en tehlikeli örgüt
haline geliverdi. İstanbul polisinin Beykoz'da bir villaya düzenlediği ve
saatler süren medyatik bir baskınla Türkiye'nin en tehlikeli ve gizli örgütü
(!) açığa çıkarıldı. Böylece 28 şubat sürecinin ne kadar da haklı
olduğu gördürüldü, pardon görüldü! Şu şeriatçılar da ne kadar vahşiymiş.
Yıllardır tüm faili meçhulleri işledikleri halde gizlenebilmişler! İyi ki
28 şubat olmuş yoksa herkesi halledeceklermiş! Apo ve PKK bile bunların yanında
masum kalırmış! Medyada oluşturulmaya çalışılan tablo bu.
Hizbullah cinayetlerinin tıpkı
Cezayir'dekiler gibi vahşeti çağrıştırması ve müslümanların, ya da
daha çok konuşulan tabirle şeriatçıların vahşi katiller olarak gösterilmesi,
tüm müslüman camiayı karalayıcı şekle dönüşmekte. Neredeyse tüm faili
meçhuller bu örgüte yakıştırılmaya çalışılıyor. Hizbullah
operasyonları sonucu oluşturulan havayla Apo 'nun
idamının engellenmesine yönelik toplumsal tepki dindirilmekte veya ustalıkla
başka yönlere kanalize edilmekte, 30 bin kişinin katili olan lider ve örgüt
gözlerden kaçırılmaktadır. Bu da Hizbullah operasyonlarının arkasında
Batı ve İsrail'in bulunduğu iddialarını (2) kuvvetlendirmektedir. Nasıl
Cezayir'de müslümanların karşısında sadece Cezayirli egemen güçler
bulunmayıp başta Fransa olmak üzere çağdaş(!) Avrupa devletleri, İsrail
ve ABD bulunuyorsa, nasıl Çeçenistan müslümanlarının karşısında sadece
Ruslar olmayıp, maddi yardım yapan Batı dünyası ve Çeçen liderlere yönelik
suikast düzenlemek için CIA ve MOSSAD'da devreye giriyorsa, ülkemizde de
Hizbullah olayını tezgahlayanların sadece yerli egemenler olduğunu düşünmek
abestir. Müslümanlara karşı emperyalist ülkeler artık birlikte hareket
etmektedir. ABD ve İsrail, Apo'yu paketleyip Türkiye'ye teslim ederken, asılmayacağına
ve başka haklara sahip olacağına dair söz almıştır. (3) Türkiye'nin bu tür
bir Apo yakalama operasyonunu tek başına başarabilmesi mümkün değildir.
Geleceğini Batı ile tam entegrasyonda gören Türkiyeli egemen güçler, Apo
olayının gündemden düşmesini istemiştir. Apo'nun idam edilmemesine giderek
artan toplumsal tepkilerin
bitirilmesi, ezeli düşman Yunanistan'la ısıtılmak istenen yakın ilişkiler,
Çeçenistan'da Ruslara karşı şanlı direnişleriyle halkın sempatisini
giderek artan şekilde müslümanlara toplayan Çeçen mücahitlerin
sempatisinin kırılması, zayıflayan 28 Şubat sürecinin güçlendirilmesi
gibi Batı'nın çıkarlarına da uygun amaçlarla gündemin değiştirilmesi
gerekliydi.
İstihbaratçılar işlerini bilir, onların dünyasında
klasik bir kural haline gelmiştir. Bir taşla olabildiğince çok kuş
vurulmaya çalışılır. İstenmeyen kişi ya da örgütler aleyhinde dosyalar
tutulur ve ele geçen her yeni bilgiler o dosyalarda biriktirilir, hemen kullanılmaz.
Ne zaman ki, hedefe darbe için ya da gündem değiştirmek için en uygun zaman
gelir, işte o zaman dosyalar işleme konulur. Böylece bir taşla bir çok kuş
vurulmaya çalışılır. Son Hizbullah operasyonlarında o kadar çok dikkat çeken
ve örgüt mantığına da uymayan şüpheli ayrıntı var ki ister istemez bu
taktik akla geliyor. Örneğin; (4)
1. 10 yıldır bine yakın insanı öldürmüş bir örgüt,
devletle ilk çatışmasında tüm örgüt dökümanlarını ortada bırakarak
ve liderinin öldürülmesiyle bitirilebiliyor.
2. Örgüt Güneydoğu'da baskıya uğrayınca saklanmak
ihtiyacı duyarak izini kaybettirmek için geldiği İstanbul'da, kaçırdığı
kurbanların kredi kartlarıyla örgüt merkezine çelik kapı yaptırmak, cep
telefonlarını kullanmak gibi yer tespitini mümkün kılan amatörce hatalarla
yerini belli ediyor, A takımı kolayca yakalanabiliyor.
3. Örgüt peşinde olunduğunu bilmesine, bu yüzden
sessiz kalınması gereken bir zamanda tüm kamuoyunun dikkatini çeken
eylemlerini inanılmaz şekilde arttırarak adeta avlanmasını hızlandırmak
istiyor.
4. Örgüt, kaçırdığı ve öldürdüğü kurbanlarının
kimliklerini, ehliyetlerini, pasaportlarını ve sorgu kasetlerini saklayarak
inanılmaz bir hata yapıyor ve geride delil bırakıyor.
5- Örgüt öldürdüğü kişileri boş arazi kalmamış
gibi hücre evlerin altına gömmekte, tıpkı kimlikler gibi cesetleri de delil
olarak yanında bulundurmaktadır.
Tüm bu amatörlükler, hatta aptalca hatalar
ister i stemez insana şunu düşündürüyor.
Acaba bu örgütü idare edenler ya da yönlendiren akıl babaları, ilerde
"Nazi Toplama Kampları" benzeri "Şeriat Terör Müzeleri"
kurmak mı istiyorlar? (5)
Her örgütün içine ajanlar sızdırılır. Bu sızma işlemi
en üst kademelere kadar başarılabileceği gibi alt kademeleri de geçemeyebilir.
Sızma işlemiyle bir çok şey amaçlanır. En önemlisi, örgüt hakkında ilk
elden bilgi toplamaktır. Bir diğeri, örgütü provoke etmektir. Örgüt, eğer
şiddete eğilim göstermiyorsa ya buna engel olanlar ortadan kaldırılır (örneğin
Fidan Güngör ve diğer menzilciler gibi) veya örgüt bir şekilde böldürülerek
çirkin, infial doğuran şiddete itilir. Çirkin şiddetten amaçlanan, örgüt
hakkında toplumda nefret uyandırmak ve devletin örgüte darbe vurmasını meşru
göstermektir. Hizbullah olayında tüm bunların bulunduğu görülebilir.
Birileri unutturmaya çalışsa da hatırlatmaya devam
edelim. Bu ülkede 30 yılı aşkındır faili meçhul siyasi cinayetler işleniyor.
Bizzat o dönemin de Başbakanı olan Ecevit'in açıklamasıyla
(6) Özel Harp Dairesi'nin sivil uzantısı, meşhur adıyla Kontrgerilla ,
en yetkili ağız tarafından, üstelik de tesadüfen açığa çıkmıştı.
(7) Bu sivil uzantının görevi neydi? Resmiyette işgalcilere karşı gayrıresmiyette
ise en yetkililerce(!) düşman bellenen(!) iç düşmanlara karşı terör çıkarmak,
onları sabote etmek, hareket içine şüphe tohumları ekmek, hareketi sarsmak
ve nihayetinde dağıtmak yoketmekti. Bu amaca ulaşmak için hertürlü teröre
başvurmak, banka soymak, adam kaçırmak, işkence yapmak, sakat bırakmak
serbest olup, yakalandıklarında ise yetkililerce kovuşturulamayacaklardı.
(8)
Bunların gerçekliği 1990 yılında İtalya'da patlayıp
tüm Nato ülkelerine de sıçrayan Gladio skandalı ile daha bir açığa çıktı. Diğer tüm Nato ülkeleri
yetkililerince örgütün varlığı kabul edilip ya tasfiye ya da kısıtlayıcı
önlemler alınmasına karşın sadece bizde böyle bir örgütün varlığı
yetkililerce ısrarla reddedildi. Oysa Nato'nun en hassas kanadı bizdik. En
kanlı ve karanlık siyasi terör olayları bizde olmuştu. Bu örgütün en çok
bizde olması gerekiyordu. Şimdi geriye dönüp bakılınca bu reddedişin
nedenini emekli Kurmay Yarbay Talat Turhan o yıllarda doğru olarak tespit etmiş.
(9) Her yeni hadise de bu tespiti doğruluyor. Sol bitmiş olsa da örgüt Türkiye'nin
yeni iç düşmanları olan PKK ve müslümanlara karşı kullanılacaktı. Bu yüzden
AKKA antlaşmalarında Güneydoğu paramiliter güçler (!)
açısından kapsam dışı bırakıldı.
Devletin iç düşmanları bitmediği sürece, hele eski
Jandarma Genel Komutanı ve MİT Müsteşarı Teoman Koman'ın belirttiği gibi
(10) müslümanlar en tehlikeli düşman oldukları sürece Kontrgerilla'nın
tasfiyesi düşünülemezdi. Yıllardır bunu özellikle vurguladık. Bu ülkede
her yeni faili meçhul müslümanlara yıkılmaya çalışılıyor. Kontrgerilla
yöntemleri müslümanlara karşı mücadelede en etkili silah olarak görülüyor.
Onun tasfiyesi şimdilik düşünülmeyecektir.
Kontrgerilla'nın çeşitleri taktikleri vardır. Daha önceki
yazılarımızda bir çoğunu sıraladık. En önemli taktiği, sahte
operasyonlar ile yani düşman yapmış süsü verilen operasyonlarla düşmanı
olan hareketi, kendisine sempati duyan halka çirkin, vahşi ve öcü göstermektir.
Kendi tabirleriyle demagnetize
etmek, yani mıknatıslıklarını, çekiciliklerini gidermektir. (11) Bunu
solculara karşı bilhassa 12 Eylül öncesinde başarıyla uygulamıştır. 12
Eylül'den sonra ise laiklik suikastleri de denilen Muammer Aksoy-Bahriye Üçok-Çetin
Emeç-Turan Dursun-Uğur Mumcu ve son olarak da Taner Kışlalı suikastlerinde
hep müslüman kesim suçlanmıştır. Özellikle Uğur Mumcu suikasti sonrası,
devletin en yetkilileri bile hukukun temel kurallarını ayaklar altına alarak
suçlulukları mahkemece kanıtlanmadan yakalanan sanıkları ve İran'ı resmen
suçlu ilan edebilmişlerdir. Oysa MİT kaynaklı ve İsrail/MOSSAD'ı suçlayan
bir başka ciddi iddiayı anında yalanlamışlardır. (12) Devlet
yetkililerinin bu şekilde açıkça çanak tuttuğu bir Kontrgerilla için
bundan daha müsait bir provokasyon zemini daha olamaz.
İşte, devletin en yetkili ağzı o zamanın da Başbakanı
Ecevit tarafından açığa çıkarılan Kontrgerilla, Hizbullah olayında da
ortaya çıkmış bulunuyor. Güneydoğu'da kontrgerilla yöntemlerini uygulayan
JİTEM'den, onun yetkilisi Cem Ersever'den ve adamı "Yeşil" tarafından
eğitim desteği alan, kışlaların içinde kendilerine üs verilen, PKK'ya karşı
şiddete yönlendirilen, teşvik edilen, Hizbullah gibi vahşete yakışmayan
bir yüce isim kendisine yakıştırılan bu örgütün cinayetleri, PKK
etkinken görmezden gelinmiştir. Böylece bir taraftan PKK'ya saldırılar düzenlenmiş
diğer taraftan dini örgütlenmeye gidilerek PKK'nın Güneydoğu'da halk tabanında
yayılması sınırlanmıştır. Örgüt, ayrıca sağduyu sahiplerince yıllar
öncesinden hissedilebildiği gibi (13) ileride çok yönlü malzeme olarak
kullanılmak üzere ihtimamla kontrol altına alınmaya, resmiyette görmezden
gelinmeye ve kollanmaya çalışılmış, buna karşılık örgüt de devlete yönelik
saldırılardan uzak durarak dikkatleri ve devletin tepkisini üzerine çekmekten
kaçınmıştır.
Hizbullah olayı bir çok açılardan Susurluk olayına
benzemektedir. Susurluk örgütü de tıpkı Hizbullah gibi devletin etkili ve
yetkililerince organize edilerek PKK'ya karşı çete savaşı yürütmüştür.
Resmiyette askerlerce ve polislerce yürütülen Güneydoğu'daki savaş, Özel
Tim'in devreye girmesiyle mesafe katetmişse de hiçbir zaman yeterli olamamıştır.
Devreye, AKKA anlaşmasında kapsam dışı bırakılan paramiliter güçler
(korucular, Hizbullah ve Susurluk örgütü) de sokulmak suretiyle mümkün olan
her yönden mücadeleye geçilerek, asıl taktik olan halkın PKK'ya sempatisi kırılmaya,
PKK'nın halk desteği kesilmeye çalışılmıştır. Kontrgerilla st ratejisi
işte budur. Düşman harekete karşı, ister ahlaki ister gayrı ahlaki, tüm yöntemler
kullanılabilir. Fakat PKK'ya karşı etkili mücadele yürüten Susurluk örgütü,
PKK'nın yanında, Turgut Özal 'ın
da dile getirdiği "tesirli azınlık"a
(14) tehdit oluşturmaya başlayınca derhal Susurluk kazası komplosuyla
tasfiyeye uğramıştır. Hizbullah ise tesirli azınlık'a dokunmadığı
için kendisine ihtiyaç kalmadığı PKK sonrası döneme kadar tasfiyeden uzak
kalabilmiştir.
Hizbullah operasyonları yeni bir Susurluk olayını
ortaya çıkarmıştır. Ortaya çıkan vahşetin onaylanması elbette mümkün
değildir. Fakat, tıpkı Susurluk olayında olduğu gibi asıl tetiği çektirenleri
ve onları kollayanları gözlerden kaçırmamak gerekiyor. Terör lanetlensin,
kabul ama, o terörü ortaya çıkaranlar koruyup kollayanlar da lanetlensin.
Hatta daha fazla lanetlensin. Çünkü bugün Hizbullah olur yarın başkası.
Kullanacağı başka bir örgütü bulur bu "tesirli azınlık" .
Lanetlenmesi gerekenler utanmadan Hizbullah cinayetlerini
bahane ederek 28 Şubat sürecini haklı göstermeye çalışmakta. Jandarma
Genel Komutanı'nca başlangıçta masum gösterilen Hizbullah eylemleriyle,
yine Güneydoğu'da askeri helikopterlerden atılan ayetler ve hadislerle PKK'ya
karşı müslümanları harekete geçirmeye çalışanlar, demokrasiye balans
ayarı yapmayı marifetmiş gibi hala konuşanlar, kendilerinin besleyip büyüttüğü
terörün vahşet yüzünü öne çıkararak kendilerini gizlemeye çalışmakta,
28 Şubat süreci gibi vahşi müdahaleleri, Avrupa'yla entegrasyon öncesi bile
savunabilmektedirler.
Yine bu mihraklar, ağır darbe vurulan ve vahşi
olduğu gösterilen bu örgütün bir şeriat/İslam devleti kurmaya çalıştığını,
yani terör-vahşet kelimelerini Şeriat-İslam kelimeleriyle bir arada sık sık
dile getirerek birbiriyle özdeşleştirmeye ve toplumda nefret uyandırmaya çalışmaktadır.
Yine bunlar, örgütün terörünü istismar ederek, Konca Kuriş gibi, bu terör
örgütünce öldürülen bir kişinin İslama aykırı görüşlerini haklı göstermeye,
cenaze töreninde görüldüğü üzere İslam'ı, kısmen de olsa sulandırıp
gayrı ciddi hale getirmek istemektedirler.
Özetle, Hizbullah olayı kullanılarak, devletçe
kurulan, yada en azından desteklenen, korunup kollanan ve PKK'ya karşı etkili
mücadele eden bir örgüt, PKK'nın silahlı etkinliğinin kaybolmasıyla
tasfiye edilmekte, edilirken de müslümanlara birçok darbeler vurulmaya çalışılmaktadır.
Diğer taraftan APO/PKK'ya toplumsal tepki dindirilmekte ya da bu tepki müslümanlara
karşı yönlendirilmeye çalışılmaktadır. Kısacası, Hizbullah olayını
tezgahlayan "tesirli azınlık" ve dış destekçileri, ustaca
bir manevra yapmaya, bir taşla birçok kuş vurmaya, yeni şeriat terör müzeleri
oluşturmaya çalışmaktadırlar.
_______________________________________________
Dipnotlar:
1 Milliyet, 21 Ocak 2000, Umur Talu
2 Zaman, 21 Ocak 2000
3 Sabah, 23 Ocak 2000
4 Akit, 24 Ocak 2000, Yaşar Kaplan
5 Akit, 24 Ocak 2000, Yaşar Kaplan
6 Milliyet, 27 Eylül 1973
7 Cumhuriyet, 17 Kasım 1990
8 Milliyet, 16 Kasım 1990
9 Kontrgerilla Cumhuriyeti, Talat Turhan, 2. Baskı, Sh. 64
10 Akit, 25 Ocak 2000, Hasan Karakaya
11 Gladio, Leo A. Müller, Sh. 38
12 Milli Gazete, 12 Şubat 1993
13 Yeni Şafak, 23 Ocak 2000, Akif Emre
14 Sabah, 1 Şubat 1993
BASINDA ABDULLAH HARUN:
28 Ocak-9 Şubat 1995, Akit gazetesi, yazı dizisi |
14 Mart 1996, Akit gazetesi, yazı |
24-28 Kasım 1996, Akit gazetesi, yazı dizisi |
27-28 Aralık 1996, Akit gazetesi, yazı dizisi |
31 Ocak 1998, Akit gazetesi, yazı |
2 Şubat 1998, Akit gazetesi, yazı |
15 Mart 1998, Akit gazetesi, yazı |
31 Ocak 2000, Akit gazetesi, yazı
|